İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi - iisbf@gelisim.edu.tr

Reklamcılık








 Film Önerisi: Paris, Texas


Wim Wenders’ın Amerika’da yaşadığı dönemde yaptığı en başarılı filmi şüphesiz ki Paris, Teksas. Film, dört yıldır kayıp olan Travis’in kardeşinin onu bulmasının ardından oğlu Hunter ile eski karısı Jane’i bulmak için yola çıkmaları ve sonrasında yaşananları anlatıyor. Filmin adını aldığı Teksas’ın Paris bölgesi, Travis’in anne-babasının aşık oldukları yer. Ancak filmin geçtiği yer aslında Teksas’taki Paris bölgesi değil, anne ve babasının hatırası için oradan satın aldığı bir araziye Travis’in verdiği isim. Nitekim hikayede Travis’in ailesinin evliliğinin gölgesi de oldukça belirgin.


Senaryosu, yönetmenliği, sinematografisi, sanat yönetimi, oyunculukları ve daha birçok şeyiyle film, günümüzde kült filmler kategorisine çıkmış durumda. Yol filmleri janrının önde gelen filmlerinden biri olarak sonraki yıllarda çekilen birçok filmde buradan etkilenildiğini keşfetmek oldukça ilginç. İzlerken Forrest Gump, Rain Man, Marriage Story ve daha bir sürü filmden bazı anların aklımıza hücüm ettiği bir deneyim yaşamamak mümkün değil.

Filmin senaryosu, diyalogları ve karakterleri kusursuz denebilecek düzeyde tasarlanmış. Wim Wenders senaryoyu Sam Shepard’la birlikte yazmış. Wenders film için yaptığı belgeselde filmin hikayesini dairesel değil, lineer bir şekilde tasarladıklarından bahsediyor. Lineer olarak tasarladıklarını; çünkü filmin sonunda karakteri bekleyen bir şeylerin olmasını daha çok sevdiğini dile getiriyor. Nitekim oldukça lineer bir akış görüyoruz hikayede. Zaman sıçramaları, flashbackler vs. dahi yok. Üçüncü şahıs anlatı tercih edilmiş. Hikayeye ilişkin çoğu şey diegetik olarak, diyalogla aktarılıyor. Travis’in kendi hikayelerini Jane’ye anlatışında dahi heterodiegetik bir anlatı var; zira kendilerinden bir başkası gibi bahsediyor.

Sinematografisi ise filmin en dikkat çeken bölümü. Her bir karesi bir ressamın elinden çıkan tablolar gibi olan sinematografisinin başarısında filmin görüntü yönetmeni Robby Müller’in yeteneğinin yanı sıra Wim Wenders’in yönetmenlikten önce ressamlık yapmış olmasının da etkisi olduğu şüphe götürmez. Işığın kullanımından mekan kullanımına, kostümlerden renklere sinematografinin her bir öğesi filmin tamamına kusursuz bir şekilde yerleştirilmiş. Ünlü yönetmen Claire Denis’in bu filmde yönetmen yardımcısı olması da filme dair şaşırtıcı detaylardan. Zira filmin yönetimi de olağan üstü. Birbirinden güzel planları, oyuncu yönetimi, kamera açıları ve hareketleri vb. her şey üzerinde fazlasıyla düşünülmüş ve ustalıkla uygulanmış.

Başrollerdeki Harry Dean Stanton ve Nastassja Kinski’nin muhteşem oyunculukları da filmi kült kategorisine taşıyan hususların başında geliyor. Başrollerden biri olan Nastassja Kinski, Herzog filmlerinden aşina olduğumuz Klaus Kinski’nin kızı. Oyunculuk yeteneğinin kaynağı bunu öğrenmemizle daha bir netleşiyor. Çocukları Hunter karakterini oynayan Hunter Carson’un performansının da diğer oyunculardan aşağı kalır yanı yok. Normalde çocuk oyuncular yer yer rollerinde sırıtsa da Hunter olabilecek en doğal haliyle oynuyor. Babasıyla karşılıklı kaldırımlarda yürüdükleri sahne başta olmak üzere çok fazla iyi sahnesi var. Ailesinin eski videolarını izledikten sonra annesi için “She is in a galaxy far far away.” diyerek yaptığı Star Wars göndermesi aşırı sevimliydi. Zaten onun için babasıyla yola çıkmak Star Wars’ta Han Solo ve Luke’un Princes Leia’yı kurtarmak için Millennium Falcon’a binip maceradan maceraya gitmelerinden farksızdı muhtemelen.

Filmin müziklerini yapan Ry Cooder’ın filmin ruhuna katkısı da çok fazla. Filmin yollarda, rock’n roll bir hayat süren Amerikalıları yansıtan ruhuna country tarzda müzikler fazlasıyla yakışmış.